19 Nisan 2014 Cumartesi


Yalçın Küçük; 24 Yıl Sonra Küfür Romanları üzerine

Sanat Cephesi 35. sayı

Cengiz Kılçer: Küfür Romanları isimli çalışmanızda, roman çerçevesinde,  kimi estetik görüşlerinizi dile getirip, Ahmet Altan’ın “Sudaki İz” kitabıyla, Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” ve “Gece Dersleri”ni dört bölümde eleştirmiştiniz.  O günden bugüne Ahmet Altan’ın edebi ve siyasi kepazeleğine sahibinin sesi olmaya Yasemin Çongar’la birlikte devam ediyor.   Oysa son yıllalrda Latife Tekin’de ciddi siyasi, edebi duruşunda farkılılaşmalar gözleniyor. Zorunlu olarak Latife Tekin’den birkaç örnek olayı sırasıyla vermek gerekiyor:
1) Latife Tekin, Karabük Kültür-Sanat ve Sanayi Festivali kapsamında düzenlenen, “Kentleşme, Sanayi ve Edebiyat’ konulu konferansta hükümetin politikalarını eleştirerek “Rüzgarımız, güneşimiz var; yenilenebilir enerjimiz var. Nükleer santral istemiyoruz. Ben AKP’nin enerji politikasını aşağılık ve halka karşı buluyorum” demiş ardında da davetli olduğu panelde mikrofonu kapatılmış, AKP’li belediye başkanı ise tepki göstermişti.
2)Bu yılın başlarında Muğla’nın Bodrumİlçesi´nde Gümüşlük Çevre ve Eğitim Vakfı tarafından `Gümüşlük’ün ortak çevre sorunları ve Myndos kazıları’ konulu panelde L. Tekin, Myndos kazılarında gelinen son durumu masaya yatıran uzmanlara, arazilerin kamulaştırılmasıyla ilgili soru yöneltmek isteyince gerginlik çıkıyor, paneli izlemeye gelen ve işadamı Mehmet Durmaz’ın adamları olduğu iddia edilen bazı kişilerin Tekin’in üzerine yürüyerek zorla dışarı çıkarmak istiyorlar.
3) Latife Tekin, 2009 1 Mayısına iki elin parmağını biraz geçen yazarlarla katılıyor.
4) “Rüyalar ve Uyanışlar Defteri” kitabını önce yıllardır  çalıştığı Everest Yayınları’na veriyor, fakat kitabı  bir türlü basılmıyor. Latife Tekin, kitabının burada yayınlanamayacağını  anlayınca bu kez Turkuvaz Kitapçılık’a götürüyor. Aynı süreç burada da yaşanıyor  ve yayınevi kitabı yayınlamıyor. Latife Tekin’in kitabının bir türlü yayınlanmamasının altında yatan şey aslında; Tekin’in kitapta AKP, Başbakan Erdoğan ve türban konularında yer alan tespitleri. Her iki yayınevinden de bu bölümleri çıkarması, değiştirmesi ile ilgili talep geldiğini, ancak öyle olunca kitabın yayınlanabileceğini açıklıyor. Latife Tekin’in yaşadığı sansür talebinin altında her iki yayınevinin Everest’in sahibi ve kurucusu Mehmet Faruk Bayrak şu an AKP Şanlıurfa Milletvekili olarak Meclis’te görev yapıyor.
Küfür Romanları’nın, okurla buluşması 1986 yılında gerçekleşiyor kitabın önsüzünde : “Bir eylülist yazıcılık ketagorisi geliştirmeye çalışıyorum“ ve yine “Ayrıca bu çalışmamamı, eylülist yazıcılık normal ömrünü tamamladıktan sonra da okunmasını diliyor ve umut ediyorum” diye yazmıştınız. 23 yıl sonra tüm bu yaşananların ışığında bugünkü edebiyatçının ve edebiyatın otopsisini yaptığınızda ortaya çıkan görünüm üzerine düşüncelerinizi  anlatır mısınız?
Yalçın Küçük: Sorularınıza  iki açıdan sevindim.  Bir, Latife Tekin romancılığını ilgilendiriyorlar,  kısaca tekrar dönmek istiyordum, bu imkanı elde etmiş  oluyoruz. İki, “Küfür Romanları” üzerinedir;  son durumunu  değerlendirmek  imkanını  elde ediyoruz.
Önce şunu  not etmem yerindedir,  “küfür romanları” ve “eylülist romancılar”  kategorilerini  “kesmiştim” ya da “ basmıştım”, eskiden  “sikke kesmek”  ve yakın zamanlarda “para basmak”  diyorduk, İngilizce’de “to coin” deniyor, Fransızca “battre” ya da “frapper”  diyoruz,  bir kavramının formüle edilmesi ve tedavüle konması anlamında  kullanıyoruz ve kullanıyorum. Şebeke’de,  sorunuzu  cevaplandırmak için bakma gereği duydum,  bir de “öyleyse, edebiyatımıza zaman zaman  komplo tekniği ile bakmak verimlidir” iddia ve tespiti var.* Buradan “komplo romanları”  kategorisine  yaklaşmış oluyoruz.
Çok güzel,  “to coin” ile “frapper” fiillerini buluyorsak,  Türkçe “basmak” ve  özel olarak “para basmak”  anlamındadır, “kalpazan” sözcük ve  sıfatına çok yaklaşmış  oluyoruz. O halde şimdilerde “roman kalpazanları”  vardır, yaygındır ve hatta  romancı türüdür,  diyebiliriz.  Sorunuzun, en azından benim düşünme  sistemim açısından, bir verimi budur.  Pek sevindirici  sayıyorum.
Güzel,   roman  mı  yazıyorlar,  romanın değerini düşürüyorlar,  “para basan” ve  “kalpazan”  oluyorlar; ülkede şimdi, Gresham Yasası’nın en son haline ulaşmış durumdayız,  “kötü para iyi parayı kovar” olarak biliyorduk ve  artık “kötü roman iyi romanı kovar”  diyoruz. Roman, kovulmuştur. Bu, insan’ı kovma sürecinde yüksek bir aşamadır; romanın konusu her zaman insan’dır. İnsan’ı kovuyorsak, roman’dan başlamak isabetlidir. Kovuyoruz.
Ne demek, tarih’in meselesi,  güçlerin çatışmasıdır ve her zaman iktidar kavgasıdır; birisi yoksa, diğeri yoktur. Romanın süjesi ise her zaman insan ve  tekil insandır; insanın, toplumu ile, insanın geçmişi ile, insanın geleceği ile ve  aşkı ile çatışmasıdır ve  bu çatışma  çok insani’dir. Aşk, her zaman elektriklenme ve çatışma’dır. Bu nedenle hep yürekli insanların işidir ve insanın alanı’dır, demek istiyorum.
Bir sahiplenme  tarafı var ve sahiplenme noktasında bitmektedir. Artık heyecanı yoktur ve bitik’tir.
Çatışması olmayan insan değildir ve “hayatım roman” sözü işte budur.
Benim  “Küfür Romanları” çalışmam en azından iki’dir ve  “Şebeke” has bir  “Küfür Romanları” çalışmasıdır. Tabii  sayılarla kanıtlamam imkansız, ama bana sorulursa, “Şebeke”, Cumhuriyet Tarihi’nde en çok okunan kitap değilse de, en çok okunan, “best-seller”, kitapların başındadır. Yıllarca  “korsan” oldu, şimdi oluyor mu, bilemiyorum ve yakında olacağını tahmin ediyorum; ve bu arada, zaman zaman benim, referans olarak baktığım kitaplar arasındadır.
Şebeke’de, O. Pamuk’un   “Benim  Adım Kırmızı”, “Yeni Hayat” ve diğer   yazıları var, bunların hiç bir roman değeri olmadığını gösterebildiğimi sanıyorum;  Şebeke’den Pamuk’un  kitabı “En Çok Okunmayan yazar”  bölümü ile başlıyor, bir küfür romancısı ve  geç gelmiş bir  eylülist yazıcıdır. Buradayız.
Peki güzel, burada şu soru var,  “kavram” nereden çıkıyor;  bu sorunun cevabı, “kavram, nesneden çıkar”  olmaktadır.  Bu, Marx’ın “somutun zenginliğinde soyutlama” tespitinin bir başka  şekilde söylenişidir;  Pamuk’un yazılarını  incelerken “komplo romanları”  kavramına ulaşmış oldum,  “komplo” yazdıklarında içerilmiş ve saçılmış olarak duruyordu.  Saçılmış da olsa zengindi, bir cevher yatağı   idi,  bunlardan  “komplo”  çıkabilirdi; yapabildiğimi düşünüyorum. Hayat’ta, Kırmızı’da,  Yahudi Tarihi’ni ve Kabala Tarikatı’nı  saklıyor ve yazıyordu; açığa çıkarmak zor olmadı. Kolay oldu, bir nedeni şurada olmalı, “Adem” veya “Adam”,  kırmızıdır;  Tevrat ve Kuran,  insanın  kırmızı topraktan  yapıldığını vaaz etmektedir. Pamuk’u yazarken, onomastique disiplininin verimlerinden çok yararlandığımı tekrar not ediyorum.
Şebeke’de Ahmet Altan var. Şebeke’de “Yaban Ağ” kitabı  Altan üzerinedir ve “Yoz” bölümünde, Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” metni  üzerinde  yazan, Cengiz Gündoğdu’nun “şimdiye kadar  okuduğum, beğenmediğim hiç bir kitap, hiç bir yazar, Ahmet Altan kadar insanı küçümsemedi” tespiti   yer alıyordu ki, çok doğru ve yol açıcıdır. Küfür  romancılarını hepsi, insandan nefret etmektedirler. Bu, aynı zamanda  sol’dan nefret etmek  anlamındadır ve bir de  yeteneklerinin pek sınırlı olduğunun bildiklerinin işaretidir.  Bu bilgiden kuşku duymuyorum.
Halbuki “roman”, insanı yücelten ve sevdiren bir yazı türüdür.
Küfür  romancılarının hepsi insana düşmandırlar.  İnsanın  sürüleşmesini hedef alıyorlar. Sürü, insan’ın, insanlıktan çıkmış halidir.
Bunları yeni mi söylüyorum, Küfür Romanları’ndan şu paragrafı aktarabiliyorum: “Kafka’nın  Metamorphosis’i, sürekli  kişiliği  ezilen bireyin, hamam  böceğine dönüşümünü  yansıtıyor. Kafka, belki de böylece , Batı Avrupa’da  romanın  alanının son derece  daralmış olduğuna işaret ediyor.”* Kafka, insanın böceğe dönüşümünü, sürüleşmesini,  bir edebi dil ile, ilk haber verendir; Dönüşüm’ü, Hobson’un Emperyalizm’inden on üç yıl sonra yazmıştı ve ben, hep, edebiyat yoluyla, devamı olduğunu düşünüyorum. Huxley’in Yeni Dünya’sı ise Kafka’nın  hemen arkasından gelmekle beraber, çok daha mükemmel’dir.
Hepsi “bozma” üzerinedir; Hobson-Kafka-Huxley, Batı’da  insanın bozuluşunu  yazdılar. Lenin, Hobson’u çok önemsemekle birlikte, sosyalizme güvenle, insanın bozuluşunun durdurabileceği  aksiyomundan hareket etmişti ve  emperyalizm ile  yaşıt olan tekeliyet’te, firmalar ve emperyalistler  arasındaki çelişki ve çatışmaları  ön plana çıkarıyordu. Sol ve sosyalist analizlerde  bloklar ve devletler arası  çelişkiye çatışmaları önemsemenin kaynağı buradadır; ama, biz, burada,  insanın bozulması ve sürüleşmesine dönüyoruz.  Roman ve romanımız  açısından  daha ön plandadır.
Şunu not edebiliriz, kafkaesque süreç,  “tekelci kapitalizm” denebilir, ben “tekeliyet”  kategorisini öneriyorum, Batı’da  ve şimdiki zamanlarda, daha çok “corporatism” diyorlar,  On Dokuzuncu yüz yılın sonlarından itibaren Garp’te,  zorunlu, kaçınılmaz ve otomatiktir. Türkiye’de  ise kafkaesque mekanizma,   bozma ya da sürüleşme  anlamındadır, planlı, tepeden inme ve  kadroludur; bu son sözcük, ajanları var yerinedir.
Devam ediyorum ve Şebeke’den aktarma yapabiliyorum.
Basının ayrıntılı incelemesini  de özel  çalışmalara bırakmak zorundayız;  burada sadece iki  gazeteyi ve yalnızca  bir temel niteliğiyle ele  almak yeterlidir. Hürriyet ve Cumhuriyet’in kısa ve temel işlevi  bozmaktır; Hürriyet, halkı ve  Cumhuriyet de  aydını bozmakla görevlidirler.”
Buradaki  ‘görev’ sözcüğü, her iki gazetenin de bunu bir tür varlık nedeni ve ‘devlet görevi’ saymaları  nedeniyle  uygun  düşmektedir. Cumhuriyet, 1968-1976 dönemini ayrık  tutarsak, içinde bir12 Mart  kesintisi var, hep aydın bozuyordu. Hürriyet için ise ayrık bir zaman göremiyoruz.”
Aydın, halkını değiştirmek ve geliştirmek için var, Türkiye’de aydın ile halkın birbirinden uzak  olduğu zamanlarda, Hürriyet ile Cumhuriyet arasında  bir rekabet oluyordu. Aydın kırıldı, aydın düzeni yok edildi ve bunu, halkın aydınlaması yerine tam karşısında aydının halklaşması olarak niteleyebiliyoruz, bu zamanda, Hürriyet ile Cumhuriyet’in de birbirine  benzediğini tespit ediyoruz.”
Bu edebiyat  dışı nesirleri, edebiyat olarak zorlamakta Hürriyet ile Cumhuriyet’in yarış halinde  olması ve  Cumhuriyet’in O.Pamuk reklamlarından ayrı olarak A. Altan’a bir de Yunus Nadi  ödülü vermesi, bu analizlerle  tutarlıdır.Hürriyet, bu ödülden  en çok hoşnut olandı ve bunu “birinci Cumhuriyet’ten ikinci Cumhuriyet’e ödül’* olarak selamlıyordu; örülüyor, bu ödülü bile bir edebiyat  olayı olarak almıyorlar ve sadece politik değerlendiriyorlar.”
Bu, 1999 tarihindedir, ben Haymana Zındanı’nda idim ve  dışarıya “Dil Yarası” yazımı çıkarmak için acele ediyordum. Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” metnini ele alıyordum,  cumhuriyet karşıtı en pornografik  bir karalamadır.  Cumhuriyet, işte bu  cumhuriyet karalaması’nı ödüllendiriyordu; bozmak, yüksek ve kutsal hedefleridir. Hedeflerinden hiç ayrılamıyorlar; sanki bozmaya mahkumdurlar.
Yunus Nadi ödülü sahibi bu “roman” için, benim değerlendirmem ise şu idi: ”Çağdaş  insanı yazmak tarihten  kukla çıkarmaktan çok zordur; her halde  bunu, yazıcılıkta hiç bir yeteneği olmayanlar, hepimizden daha iyi biliyorlar.  Her halde bildikleri için  edebiyatımızın bir bataklığı haline  gelen ‘tarihsel’ romana  saldırıyorlar. O. Pamuk türünden  A. Altan da  son çalışmalarında bu bataklıktalar.” Küfür Romanları, bataklık darı’larıdırlar, “bitki” yerine kullanıyorum.
İki nokta var ve  Küfür Romanları’ndan aktarıyorum. Bir, “eylülist  yazıcılar, herkesin eli kolu ve dilinin  bağlandığı ve ortalığın kendilerine  bırakıldığını varsaymışa benziyorlar. Hem biçim  ve hem  de içerik açısından  şimdiye kadar düşünülmesi mümkün olmayan  bir ciddiyetsizlik ile  oryaya çıkıyorlar.” Karanlıkta  ıslık çalıyorlar ve bataklıkta  ürün veriyorlar;  herkesin susturulduğu bir zamanda  varlar ve ödül alıyorlar.
Güzel ve iki, “Türk solculuğunu mahkum edici  edebiyat, kesinlikle Türk gericiliğiyle  organik  bağlantı içindedir. Şu anda Türkiye’de eleştirinin temel işlevi, piyasa edebiyatının Türk gericiliğiyle organik bağlarını ortaya çıkarmak  ve göstermek  oluyor.” Kimler, O. Pamuk ve  A. Altan ile Murat Belge’den  söz etmek durumundayız, Belge’yi hemen ileriye bırakarak ve  şimdi, şunu not edebiliyorum, ben, O. Pamuk ve A. Altan ile edebiyat savaşları yaparken, aslında Türk gericiliğiyle  savaşıyordum. Bunu pek iyi biliyordum ve  şimdi A. Altan ve O. Pamuk, incarné gericilik oldular, insan vücuduna  girmiş gericiliktirler, demek istiyorum. Hem dünya ve hem Türk, hem islamist ve hem de  kürdist gericilikle bir  vücutturlar.
Böyle olmalarını istemezdim, ancak,  böyle olmaları halinde,  bunlarla, vücut bulmuş gericilikle, hep savaşmış olmaktan büyük bir rahatlık duyuyorum.
Bir tarih hatırlatmasına izin verilmesini diliyorum,  1982 yılında “Yazko Edebiyat”, büyük bir  aydın sempozyumu düzenlemişti, o zamanlar bu tür toplantılar, matbuatta çok büyük  ilgi görüyor ve yansıma buluyordu,  henüz tekeliyet’in tam hakim olamadığı bir dönemdeydik.  “İnsan, doğar,  gelişir, büyür, aydın olur, sonra  solcu ve daha sonra sosyalist”, bu formülasyonu yapmıştım; çok  tartışıldığını biliyoruz. Tabii  bu gelişme halkasına bir de  “en sonra da reklamcı olur” diyerek en yüksek  aşamayı ilave ettiğimi  hatırlıyorum; acıdır, aydınımızdan ve  solculumuzdan   pek değerli bir bölümü, eylülist darbe ile işsiz kalmıştı ve reklam sektörüne  girdiler. Hala acı duyuyorum, reklamcılığı, insanımızın bozulmasının bir manivelası olarak  gördüğüm kesindir; sürüleştirmek için sürüleştiler. Artık sürü içinde sürüdürler.
Eylülist Romanları, eylüslist diktatoryada yazdılar.
Hiç şüphe olmamalı, eylülist dikatoryanın temel  hedefinin insanımızı bozmak olduğunu biliyordum. İnsanı bozmak mı, bu  en gelişmiş insan ile, sosyalist ve devrimci ile başlamak zorundadır. Zındanlar, işkenceler ve idamlar bir yana,  burada önemli silahlarından birisi de  eylülist  romanlar idi. Böyle gördüm ve   savaş saymam bu  nedenledir. Buradayız.
**
K. MARXKÜFÜR    ROMANLARI
MODERN DİNLER . MAGAZİN YA DA DİZİ
**
AFYON
Bu bağlam içinde  Marx’ın, Hegel’in  Hukuk Felsefesinin Eleştirisine  Katkı-Önsöz’ünden  bir aktarma yapmak  zorunluluğunu duyuyorum. Şöyle, “din, ya kendisini henüz bulmamış ya da kendisini  tekrar kaybetmiş bir insanın  kendi bilinci ve kendisine saygısıdır.” Dinsel inanç,  o halde, bir zayıflığın   göstergesidir. Dinsel inancın etkisi, insanın kendisini bulması ve gücüne inanmasıyla ters orantılı olarak gelişmektedir.
Baskı ve çaresizlik  dönemlerinde dinsel inançla birlikte  her türlü  batıl görüş  taraftarlarının çoğalması nedenini burada buluyor; böyle dönemler, insanın insanlığını kaybetmesini sağlıyorlar. Ve ayrıca bunu amaç  edinmektedirler.
Buraya kadar güzel, ancak, devam etmeden önce bu çalışmadan, herkes tarafından bilinen bir sözün de yer aldığı başka bir paragrafı  da aktarmak  durumundayım: “Dinsel acı, aynı zamanda gerçek  acının  anlatımıdır ve aynı zamanda,  gerçek acıya tepkidir. Din, ezilen yaratığın haykırmasıdır ve tıpkı  ruhsuz  koşulların ruhunun oluşu gibi, kalpsiz dünyanın kalbi’dir. Halkın afyonu’dur.” Başka şekilde söyleyecek olursak,  gerçek acıların gerçek olmayan çözümüdür; bu nedenle  rahatlatıyor.
Demek ki, din, yanılsamalı, illüzyona dayalı, bir mutluluk sağlıyor. Baskı dönemleri ise, illüzyon için daha elverişli ortamlar yaratmaktadır.
**
İNSAN
İnsanın özünün* sahih  bir gerçekliği yoktur.”
Human essence  has no true reality.”
…………
*K.Marx-F.Engels, Collected Works, Vol. 3, p. 175
Öte yandan “Afyon” paragrafında yer alan  Marx değerlendirmelerinin İngilizce  aslı  Küfür Romanları’nda var.
**
Bugün dinin yerini tarikatlar ve magazin almaktadır. İnsanı  yok etme ve aynı anlama  gelmek üzere, sürüleştirme  yollarıdırlar. İnsanın aklını insandan çıkarma operasyonları olarak  da görebiliriz.
Şu anda tarikatlarla  magazinin birleşmesine  şaşırmamak durumundayız.
Peki güzel, feodalite ile tekeliyet arasında  ne tür ortaklıklar görebiliyoruz; çoktur, ancak birisi, ikisinin de, insansız olmalarıdır.  Peki ne demek, hem  canlı yaratık olarak “insan” varsa, yokluğundan nasıl söz edebiliriz; şöyle cevap verebilirim,  insan sürüleşmişse, yoktur. Bu nedenle,  Şahane Altmışlı Yıllarda, insanımız, kütlesel olarak, aydın, devrimci ve sosyalist olunca,  insanı sürüleştirmek bir yol olarak ortaya çıkmıştı;  sürüleştirmek,  işsiz bırakmak, öldürmek ve bunlarla birlikte dinselleştirmek  ile mümkündü. Sosyalist İktidar’da bunu görebildik.
Sosyalist İktidar Dergisi çok kısa  ömürlüdür, bir yıldan daha kısa bir yayın hayatı var. Ancak izleyen otuz yılın  pek çok sorun ve tartışmasına burada değinildiğini söyleyebiliriz; bunlardan birisi, eylülist dikatoryayı haber  etmektir. Bu o kadar önemli değil,  eylülizm ile birlikte şimdiye kadar görülmemiş bir  dinselliğin bizi beklediği de ilk önce  Sosyalist İktidar’da yazıldı; “askerler gelecek, iktidarı alacak, Erbakan’ı hapse atacak, Erbakan’dan daha  büyük  bir dinsellik uygulayacak”,  teorem, çirkin Türkçe ile, “aynen böyle” idi be “aynen öyle” olduğunu biliyoruz.
Yine güzel,  peki tarih nedir, tarih bir teorik bilimdir,  pratiğinde seçicilik var, iradi ve sanatsaldır ve  eninde-sonunda  bir büyük doğrulayıcı olduğunu söylüyoruz. Şunu ekleyebiliyorum, benim   kitap yazıcılığımda, “Küfür Romanları” ile  “Quo Vadimus-Nereye Gidiyoruz”, pek yan yanadırlar;  “Quo Vadimus” 1985 ve “Küfür Romanları” 1988 tarihlidirler. Bunu,  eylülist  romancıların tarihsel mahkumiyeti saymak eğilimindeyim, bu nedenle not ediyorum.
Kitaplar mı, bazen bir  paragrafları önemli ve değerlidirler; yetiyor,  belki Quo Vadimus’un, adını değiştirmeliyim, yedinci bölümün başlığı, “Yirminci Yüzyılın Orta Çağı”  idi ve burada  Orta Çağ’a   yeniden girişi haber veriyordum. Bakışım Türkiye’yedir, ama, bütün dünyadan söz ettiğim kesindir.
Şunu ekleyebiliyorum,  benim bilgi ve tespitlerime göre, bu, dünyada ilk tespit  ve ilk peyam’dır, ilk haberdir, demek  istiyorum. Daha sonra  dünyanın pek çok yerinde ileri sürüldü ve tartışıldı; benim için önemli değil, ama, ilk’tir.  Yalnız, yazıcılığım açısından  dolaylı bir değeri var; yazarken, daha önce söylenip söylenmediğine bakmıyorum. Ancak benden habersiz olsalar da ve daha çok böylelerine, daha sonra söylenmelerine,  pek seviniyorum;  dünyanın çeşitli yerlerinde “Orta Çağ”  haberlerinin de benden habersiz olduğunu düşünebiliyorum, bir  doğruluk  işaretidir.
**
TEVFİK  FİKRETTEKELİYET’E  DOĞRU
Bir devr-i şeamet: yine çiğnendi yeminler;
Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bölendi.
Kanun diye, topraklara sürtüldü cebinler;
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi..
**
Bir uğursuzluk dönemi: yine çiğnendi yeminler:
Çiğnendi, yazık, milletin yüksek umudu.
Kanun diye, topraklara sürüldü alınlar;
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi..
……………………………………………………..
Yalçın Küçük, Quo Vadimus, İstanbul, 1985. s.309
Yeni dille yazımı bana ait.
**
Orta Çağ’da isek, feodalite bir düzendir ve  feodalite ile tekeliyet arasında   pek çok yakınlık kurabiliyorum. Sadece birisinden söz edebilirim, her ikisi de  tabansızdır, bu “insansız” demektir ve insan yerine sürüleri var. Sürü varsa, “komplo”,  politika dahil her cephede en işlek alettir. O  halde  komplo romancılarına tekrar  gelmiş oluyoruz  ve sadece geçerken not etmiş oluyorum.
Latife Tekin’e gelmeden önce, şunu da not etmeden geçemiyorum;  “Orta Çağ” çalışmam ile  “Küfür” arasında,    “Estetik Hesaplaşma” ve “İtirafçıların İtirafları” yer alıyorlar. Bu dizide, üç yıllık bir zaman aralığına bu dört çalışmanın sıralanmasında bir tutarlılık ve tamamlayıcılık  gördüğümü saklayamam; çünkü,   sürüleştirmek aynı zamanlarda insandan “itirafçı” çıkarmaktır. Demek ki, eylülist diktoryada, bir kısmımızı reklamcı ve bir kısmımızı  itirafçı yaptılar;  aralarında bir fark görmüyorum.  Reklamcı,  kendini bilmez bir itirafçıdır;  Huxley’in mükemmel  bir şekilde yazdığı imalathanelerin mamulatıdırlar.
Biz imalat hatası olarak kalabildik.
Latife Hanım’a gelince,  Küfür Romanları’nda  yazdıklarım arasında tek üzüldüğüm Latife Tekin oldu; kitapta var. Bu nedenle hep  Latife’nin  “romancı mayası” olduğunu  not ettim, okuduklarımda bir roman tadı buluyordum, ama roman bulamıyordum; bu, üzüntümüm birinci nedenidir. İkincisi,  hem “Arsız Ölüm” ve hem de “Ders” romanının ideolojisinin Murat Belge’ye ait olduğunu biliyordum;  animizm, insanı  düşürme  tekniği idi, Belge’den neşet etmedir.  O sırada bir cemaat idiler; Latife Tekin’in romancı mayasını devrim, örgüt ve  insan  karşıtı kanallara çevirdiler. Çeviren, Murat Belge’dir.
Türk solculuğunun bir yükseliş dönemi var; “Şahane Altmışlı Yıllar”  diyoruz. Bu yükselişte, Türkiye İşci Partisi’nin ilk lideri Mehmet Ali Aybar’ın  rol ve yerini hiç unutamayız. Aybar,  Ali Fuad Cebesoy ve Nazım Hikmet’e akrabalığı ile de bağlayabiliriz, bir cehepe ve İsmet İnönü karşıtı idi ve  bunu yüksek dozlarda  kullanıyordu. Solun ilk yükselişinde  bu kullanım ve dozajı etkili oldu, bunu not etmek durumundayım. 27 Mayıs’tan çıkılmıştı,  “küçük burjuvalar” daha da ileriye atılmak istiyorlardı ve  cehepe pek yetersiz kalıyordu. Mehmet Ali Bey, bunu ve kürdiste faktörünü  mükemmel bir şekilde değerlendirdi; itibarını  canlandırıyorum.
Murat Belge’nin babası ise, “Menderes’in Borazanı” olmakla maruf  Burhan Asaf Belge ise, Demokrat Parti ileri gelenleriyle birlikte Yassıada’ya gönderilmişti,  pek çok  Demokrat Partili  türünden Belge  ise, hem 27 Mayıs’ı ve hem de  Yassıada Muhakemeleri’nin  sorumluluğunu  İsmet İnönü’ye yüklüyordu. Aybar’ın başında bulunduğu Türkiye İşci Partisi ise  sert bir anti-İsmet Paşa çizgisi sürdürüyordu; Demokrat Partili aile çocukları  Parti’ye yöneldiler. *Murat Belge, bunlar arasındadır.
Yanlış kapıları çalmak,  kimliğidir.
Zamanla  Parti’nin  cehepe karşıtlığı  şiddetini yitirdi ve  sola karşı baskılar arttı;  bundan sonra M. Belge’nin sol ve  cumhuriyet karşıtlığı  açıklık kazandı ve her gün daha da şiddetleniyordu.  Kırk yıldır, Cuımhuriyet karşıtıdır ve  ben de  tam kırk yıldır,  Murat Belge’nin karşısında duruyorum.
Şunu da ekleyebilirim, Belge, sola ve  cumhuriyete karşı hiç bir komplodan geri kalmadı ve  bu nedenle de her zaman, Hürriyet ve  Cumhuriyet’te  iş buldu. İşin, Murat Belge’yi bulduğunu söylememiz  belki de daha doğrudur ve şimdi Taraf’tadır. Taraf’ta olması ise en çok beni memnun ediyor; İsrael’e, akepe’ye, Fethullah  Gülen’e ve  islamist  kürtlere  en yakın yerdedir. İçindedir, artık yerini bulmuştur ve  benim menzilimin pek dışındadır. Çukurdadır.
Bitirebilirim, Latife Tekin’in  akepe ve  yobazlık karşıtı romanlar yazmasına  hiç şaşırmıyorum. Belgeli gençlik hatalarının geride kaldığını  düşünebiliyoruz; ancak yayınevi bulmakta güçlük çekeceğine ise hiç inanmıyorum. Varlar.
Aralık 2009 –Balgat