Yalçın Küçük; 24 Yıl Sonra Küfür Romanları üzerine
Sanat Cephesi 35. sayı
Cengiz Kılçer: Küfür Romanları isimli çalışmanızda, roman çerçevesinde, kimi estetik görüşlerinizi dile getirip, Ahmet Altan’ın “Sudaki İz” kitabıyla, Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” ve “Gece Dersleri”ni dört bölümde eleştirmiştiniz. O günden bugüne Ahmet Altan’ın edebi ve siyasi kepazeleğine sahibinin sesi olmaya Yasemin Çongar’la birlikte devam ediyor. Oysa son yıllalrda Latife Tekin’de ciddi siyasi, edebi duruşunda farkılılaşmalar gözleniyor. Zorunlu olarak Latife Tekin’den birkaç örnek olayı sırasıyla vermek gerekiyor:
1) Latife Tekin, Karabük Kültür-Sanat ve Sanayi Festivali kapsamında düzenlenen, “Kentleşme, Sanayi ve Edebiyat’ konulu konferansta hükümetin politikalarını eleştirerek “Rüzgarımız, güneşimiz var; yenilenebilir enerjimiz var. Nükleer santral istemiyoruz. Ben AKP’nin enerji politikasını aşağılık ve halka karşı buluyorum” demiş ardında da davetli olduğu panelde mikrofonu kapatılmış, AKP’li belediye başkanı ise tepki göstermişti.
2)Bu yılın başlarında Muğla’nın Bodrumİlçesi´nde Gümüşlük Çevre ve Eğitim Vakfı tarafından `Gümüşlük’ün ortak çevre sorunları ve Myndos kazıları’ konulu panelde L. Tekin, Myndos kazılarında gelinen son durumu masaya yatıran uzmanlara, arazilerin kamulaştırılmasıyla ilgili soru yöneltmek isteyince gerginlik çıkıyor, paneli izlemeye gelen ve işadamı Mehmet Durmaz’ın adamları olduğu iddia edilen bazı kişilerin Tekin’in üzerine yürüyerek zorla dışarı çıkarmak istiyorlar.
3) Latife Tekin, 2009 1 Mayısına iki elin parmağını biraz geçen yazarlarla katılıyor.
4) “Rüyalar ve Uyanışlar Defteri” kitabını önce yıllardır çalıştığı Everest Yayınları’na veriyor, fakat kitabı bir türlü basılmıyor. Latife Tekin, kitabının burada yayınlanamayacağını anlayınca bu kez Turkuvaz Kitapçılık’a götürüyor. Aynı süreç burada da yaşanıyor ve yayınevi kitabı yayınlamıyor. Latife Tekin’in kitabının bir türlü yayınlanmamasının altında yatan şey aslında; Tekin’in kitapta AKP, Başbakan Erdoğan ve türban konularında yer alan tespitleri. Her iki yayınevinden de bu bölümleri çıkarması, değiştirmesi ile ilgili talep geldiğini, ancak öyle olunca kitabın yayınlanabileceğini açıklıyor. Latife Tekin’in yaşadığı sansür talebinin altında her iki yayınevinin Everest’in sahibi ve kurucusu Mehmet Faruk Bayrak şu an AKP Şanlıurfa Milletvekili olarak Meclis’te görev yapıyor.
Küfür Romanları’nın, okurla buluşması 1986 yılında gerçekleşiyor kitabın önsüzünde : “Bir eylülist yazıcılık ketagorisi geliştirmeye çalışıyorum“ ve yine “Ayrıca bu çalışmamamı, eylülist yazıcılık normal ömrünü tamamladıktan sonra da okunmasını diliyor ve umut ediyorum” diye yazmıştınız. 23 yıl sonra tüm bu yaşananların ışığında bugünkü edebiyatçının ve edebiyatın otopsisini yaptığınızda ortaya çıkan görünüm üzerine düşüncelerinizi anlatır mısınız?
Yalçın Küçük: Sorularınıza iki açıdan sevindim. Bir, Latife Tekin romancılığını ilgilendiriyorlar, kısaca tekrar dönmek istiyordum, bu imkanı elde etmiş oluyoruz. İki, “Küfür Romanları” üzerinedir; son durumunu değerlendirmek imkanını elde ediyoruz.
Önce şunu not etmem yerindedir, “küfür romanları” ve “eylülist romancılar” kategorilerini “kesmiştim” ya da “ basmıştım”, eskiden “sikke kesmek” ve yakın zamanlarda “para basmak” diyorduk, İngilizce’de “to coin” deniyor, Fransızca “battre” ya da “frapper” diyoruz, bir kavramının formüle edilmesi ve tedavüle konması anlamında kullanıyoruz ve kullanıyorum. Şebeke’de, sorunuzu cevaplandırmak için bakma gereği duydum, bir de “öyleyse, edebiyatımıza zaman zaman komplo tekniği ile bakmak verimlidir” iddia ve tespiti var.* Buradan “komplo romanları” kategorisine yaklaşmış oluyoruz.
Çok güzel, “to coin” ile “frapper” fiillerini buluyorsak, Türkçe “basmak” ve özel olarak “para basmak” anlamındadır, “kalpazan” sözcük ve sıfatına çok yaklaşmış oluyoruz. O halde şimdilerde “roman kalpazanları” vardır, yaygındır ve hatta romancı türüdür, diyebiliriz. Sorunuzun, en azından benim düşünme sistemim açısından, bir verimi budur. Pek sevindirici sayıyorum.
Güzel, roman mı yazıyorlar, romanın değerini düşürüyorlar, “para basan” ve “kalpazan” oluyorlar; ülkede şimdi, Gresham Yasası’nın en son haline ulaşmış durumdayız, “kötü para iyi parayı kovar” olarak biliyorduk ve artık “kötü roman iyi romanı kovar” diyoruz. Roman, kovulmuştur. Bu, insan’ı kovma sürecinde yüksek bir aşamadır; romanın konusu her zaman insan’dır. İnsan’ı kovuyorsak, roman’dan başlamak isabetlidir. Kovuyoruz.
Ne demek, tarih’in meselesi, güçlerin çatışmasıdır ve her zaman iktidar kavgasıdır; birisi yoksa, diğeri yoktur. Romanın süjesi ise her zaman insan ve tekil insandır; insanın, toplumu ile, insanın geçmişi ile, insanın geleceği ile ve aşkı ile çatışmasıdır ve bu çatışma çok insani’dir. Aşk, her zaman elektriklenme ve çatışma’dır. Bu nedenle hep yürekli insanların işidir ve insanın alanı’dır, demek istiyorum.
Bir sahiplenme tarafı var ve sahiplenme noktasında bitmektedir. Artık heyecanı yoktur ve bitik’tir.
Çatışması olmayan insan değildir ve “hayatım roman” sözü işte budur.
Benim “Küfür Romanları” çalışmam en azından iki’dir ve “Şebeke” has bir “Küfür Romanları” çalışmasıdır. Tabii sayılarla kanıtlamam imkansız, ama bana sorulursa, “Şebeke”, Cumhuriyet Tarihi’nde en çok okunan kitap değilse de, en çok okunan, “best-seller”, kitapların başındadır. Yıllarca “korsan” oldu, şimdi oluyor mu, bilemiyorum ve yakında olacağını tahmin ediyorum; ve bu arada, zaman zaman benim, referans olarak baktığım kitaplar arasındadır.
Şebeke’de, O. Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”, “Yeni Hayat” ve diğer yazıları var, bunların hiç bir roman değeri olmadığını gösterebildiğimi sanıyorum; Şebeke’den Pamuk’un kitabı “En Çok Okunmayan yazar” bölümü ile başlıyor, bir küfür romancısı ve geç gelmiş bir eylülist yazıcıdır. Buradayız.
Peki güzel, burada şu soru var, “kavram” nereden çıkıyor; bu sorunun cevabı, “kavram, nesneden çıkar” olmaktadır. Bu, Marx’ın “somutun zenginliğinde soyutlama” tespitinin bir başka şekilde söylenişidir; Pamuk’un yazılarını incelerken “komplo romanları” kavramına ulaşmış oldum, “komplo” yazdıklarında içerilmiş ve saçılmış olarak duruyordu. Saçılmış da olsa zengindi, bir cevher yatağı idi, bunlardan “komplo” çıkabilirdi; yapabildiğimi düşünüyorum. Hayat’ta, Kırmızı’da, Yahudi Tarihi’ni ve Kabala Tarikatı’nı saklıyor ve yazıyordu; açığa çıkarmak zor olmadı. Kolay oldu, bir nedeni şurada olmalı, “Adem” veya “Adam”, kırmızıdır; Tevrat ve Kuran, insanın kırmızı topraktan yapıldığını vaaz etmektedir. Pamuk’u yazarken, onomastique disiplininin verimlerinden çok yararlandığımı tekrar not ediyorum.
Şebeke’de Ahmet Altan var. Şebeke’de “Yaban Ağ” kitabı Altan üzerinedir ve “Yoz” bölümünde, Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” metni üzerinde yazan, Cengiz Gündoğdu’nun “şimdiye kadar okuduğum, beğenmediğim hiç bir kitap, hiç bir yazar, Ahmet Altan kadar insanı küçümsemedi” tespiti yer alıyordu ki, çok doğru ve yol açıcıdır. Küfür romancılarını hepsi, insandan nefret etmektedirler. Bu, aynı zamanda sol’dan nefret etmek anlamındadır ve bir de yeteneklerinin pek sınırlı olduğunun bildiklerinin işaretidir. Bu bilgiden kuşku duymuyorum.
Halbuki “roman”, insanı yücelten ve sevdiren bir yazı türüdür.
Küfür romancılarının hepsi insana düşmandırlar. İnsanın sürüleşmesini hedef alıyorlar. Sürü, insan’ın, insanlıktan çıkmış halidir.
Bunları yeni mi söylüyorum, Küfür Romanları’ndan şu paragrafı aktarabiliyorum: “Kafka’nın Metamorphosis’i, sürekli kişiliği ezilen bireyin, hamam böceğine dönüşümünü yansıtıyor. Kafka, belki de böylece , Batı Avrupa’da romanın alanının son derece daralmış olduğuna işaret ediyor.”* Kafka, insanın böceğe dönüşümünü, sürüleşmesini, bir edebi dil ile, ilk haber verendir; Dönüşüm’ü, Hobson’un Emperyalizm’inden on üç yıl sonra yazmıştı ve ben, hep, edebiyat yoluyla, devamı olduğunu düşünüyorum. Huxley’in Yeni Dünya’sı ise Kafka’nın hemen arkasından gelmekle beraber, çok daha mükemmel’dir.
Hepsi “bozma” üzerinedir; Hobson-Kafka-Huxley, Batı’da insanın bozuluşunu yazdılar. Lenin, Hobson’u çok önemsemekle birlikte, sosyalizme güvenle, insanın bozuluşunun durdurabileceği aksiyomundan hareket etmişti ve emperyalizm ile yaşıt olan tekeliyet’te, firmalar ve emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaları ön plana çıkarıyordu. Sol ve sosyalist analizlerde bloklar ve devletler arası çelişkiye çatışmaları önemsemenin kaynağı buradadır; ama, biz, burada, insanın bozulması ve sürüleşmesine dönüyoruz. Roman ve romanımız açısından daha ön plandadır.
Şunu not edebiliriz, kafkaesque süreç, “tekelci kapitalizm” denebilir, ben “tekeliyet” kategorisini öneriyorum, Batı’da ve şimdiki zamanlarda, daha çok “corporatism” diyorlar, On Dokuzuncu yüz yılın sonlarından itibaren Garp’te, zorunlu, kaçınılmaz ve otomatiktir. Türkiye’de ise kafkaesque mekanizma, bozma ya da sürüleşme anlamındadır, planlı, tepeden inme ve kadroludur; bu son sözcük, ajanları var yerinedir.
Devam ediyorum ve Şebeke’den aktarma yapabiliyorum.
“Basının ayrıntılı incelemesini de özel çalışmalara bırakmak zorundayız; burada sadece iki gazeteyi ve yalnızca bir temel niteliğiyle ele almak yeterlidir. Hürriyet ve Cumhuriyet’in kısa ve temel işlevi bozmaktır; Hürriyet, halkı ve Cumhuriyet de aydını bozmakla görevlidirler.”
“Buradaki ‘görev’ sözcüğü, her iki gazetenin de bunu bir tür varlık nedeni ve ‘devlet görevi’ saymaları nedeniyle uygun düşmektedir. Cumhuriyet, 1968-1976 dönemini ayrık tutarsak, içinde bir12 Mart kesintisi var, hep aydın bozuyordu. Hürriyet için ise ayrık bir zaman göremiyoruz.”
“Aydın, halkını değiştirmek ve geliştirmek için var, Türkiye’de aydın ile halkın birbirinden uzak olduğu zamanlarda, Hürriyet ile Cumhuriyet arasında bir rekabet oluyordu. Aydın kırıldı, aydın düzeni yok edildi ve bunu, halkın aydınlaması yerine tam karşısında aydının halklaşması olarak niteleyebiliyoruz, bu zamanda, Hürriyet ile Cumhuriyet’in de birbirine benzediğini tespit ediyoruz.”
“Bu edebiyat dışı nesirleri, edebiyat olarak zorlamakta Hürriyet ile Cumhuriyet’in yarış halinde olması ve Cumhuriyet’in O.Pamuk reklamlarından ayrı olarak A. Altan’a bir de Yunus Nadi ödülü vermesi, bu analizlerle tutarlıdır.Hürriyet, bu ödülden en çok hoşnut olandı ve bunu “birinci Cumhuriyet’ten ikinci Cumhuriyet’e ödül’* olarak selamlıyordu; örülüyor, bu ödülü bile bir edebiyat olayı olarak almıyorlar ve sadece politik değerlendiriyorlar.”
Bu, 1999 tarihindedir, ben Haymana Zındanı’nda idim ve dışarıya “Dil Yarası” yazımı çıkarmak için acele ediyordum. Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” metnini ele alıyordum, cumhuriyet karşıtı en pornografik bir karalamadır. Cumhuriyet, işte bu cumhuriyet karalaması’nı ödüllendiriyordu; bozmak, yüksek ve kutsal hedefleridir. Hedeflerinden hiç ayrılamıyorlar; sanki bozmaya mahkumdurlar.
Yunus Nadi ödülü sahibi bu “roman” için, benim değerlendirmem ise şu idi: ”Çağdaş insanı yazmak tarihten kukla çıkarmaktan çok zordur; her halde bunu, yazıcılıkta hiç bir yeteneği olmayanlar, hepimizden daha iyi biliyorlar. Her halde bildikleri için edebiyatımızın bir bataklığı haline gelen ‘tarihsel’ romana saldırıyorlar. O. Pamuk türünden A. Altan da son çalışmalarında bu bataklıktalar.” Küfür Romanları, bataklık darı’larıdırlar, “bitki” yerine kullanıyorum.
İki nokta var ve Küfür Romanları’ndan aktarıyorum. Bir, “eylülist yazıcılar, herkesin eli kolu ve dilinin bağlandığı ve ortalığın kendilerine bırakıldığını varsaymışa benziyorlar. Hem biçim ve hem de içerik açısından şimdiye kadar düşünülmesi mümkün olmayan bir ciddiyetsizlik ile oryaya çıkıyorlar.” Karanlıkta ıslık çalıyorlar ve bataklıkta ürün veriyorlar; herkesin susturulduğu bir zamanda varlar ve ödül alıyorlar.
Güzel ve iki, “Türk solculuğunu mahkum edici edebiyat, kesinlikle Türk gericiliğiyle organik bağlantı içindedir. Şu anda Türkiye’de eleştirinin temel işlevi, piyasa edebiyatının Türk gericiliğiyle organik bağlarını ortaya çıkarmak ve göstermek oluyor.” Kimler, O. Pamuk ve A. Altan ile Murat Belge’den söz etmek durumundayız, Belge’yi hemen ileriye bırakarak ve şimdi, şunu not edebiliyorum, ben, O. Pamuk ve A. Altan ile edebiyat savaşları yaparken, aslında Türk gericiliğiyle savaşıyordum. Bunu pek iyi biliyordum ve şimdi A. Altan ve O. Pamuk, incarné gericilik oldular, insan vücuduna girmiş gericiliktirler, demek istiyorum. Hem dünya ve hem Türk, hem islamist ve hem de kürdist gericilikle bir vücutturlar.
Böyle olmalarını istemezdim, ancak, böyle olmaları halinde, bunlarla, vücut bulmuş gericilikle, hep savaşmış olmaktan büyük bir rahatlık duyuyorum.
Bir tarih hatırlatmasına izin verilmesini diliyorum, 1982 yılında “Yazko Edebiyat”, büyük bir aydın sempozyumu düzenlemişti, o zamanlar bu tür toplantılar, matbuatta çok büyük ilgi görüyor ve yansıma buluyordu, henüz tekeliyet’in tam hakim olamadığı bir dönemdeydik. “İnsan, doğar, gelişir, büyür, aydın olur, sonra solcu ve daha sonra sosyalist”, bu formülasyonu yapmıştım; çok tartışıldığını biliyoruz. Tabii bu gelişme halkasına bir de “en sonra da reklamcı olur” diyerek en yüksek aşamayı ilave ettiğimi hatırlıyorum; acıdır, aydınımızdan ve solculumuzdan pek değerli bir bölümü, eylülist darbe ile işsiz kalmıştı ve reklam sektörüne girdiler. Hala acı duyuyorum, reklamcılığı, insanımızın bozulmasının bir manivelası olarak gördüğüm kesindir; sürüleştirmek için sürüleştiler. Artık sürü içinde sürüdürler.
Eylülist Romanları, eylüslist diktatoryada yazdılar.
Hiç şüphe olmamalı, eylülist dikatoryanın temel hedefinin insanımızı bozmak olduğunu biliyordum. İnsanı bozmak mı, bu en gelişmiş insan ile, sosyalist ve devrimci ile başlamak zorundadır. Zındanlar, işkenceler ve idamlar bir yana, burada önemli silahlarından birisi de eylülist romanlar idi. Böyle gördüm ve savaş saymam bu nedenledir. Buradayız.
**
K. MARXKÜFÜR ROMANLARI
MODERN DİNLER . MAGAZİN YA DA DİZİ
**
AFYON
Bu bağlam içinde Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı-Önsöz’ünden bir aktarma yapmak zorunluluğunu duyuyorum. Şöyle, “din, ya kendisini henüz bulmamış ya da kendisini tekrar kaybetmiş bir insanın kendi bilinci ve kendisine saygısıdır.” Dinsel inanç, o halde, bir zayıflığın göstergesidir. Dinsel inancın etkisi, insanın kendisini bulması ve gücüne inanmasıyla ters orantılı olarak gelişmektedir.
Baskı ve çaresizlik dönemlerinde dinsel inançla birlikte her türlü batıl görüş taraftarlarının çoğalması nedenini burada buluyor; böyle dönemler, insanın insanlığını kaybetmesini sağlıyorlar. Ve ayrıca bunu amaç edinmektedirler.
Buraya kadar güzel, ancak, devam etmeden önce bu çalışmadan, herkes tarafından bilinen bir sözün de yer aldığı başka bir paragrafı da aktarmak durumundayım: “Dinsel acı, aynı zamanda gerçek acının anlatımıdır ve aynı zamanda, gerçek acıya tepkidir. Din, ezilen yaratığın haykırmasıdır ve tıpkı ruhsuz koşulların ruhunun oluşu gibi, kalpsiz dünyanın kalbi’dir. Halkın afyonu’dur.” Başka şekilde söyleyecek olursak, gerçek acıların gerçek olmayan çözümüdür; bu nedenle rahatlatıyor.
Demek ki, din, yanılsamalı, illüzyona dayalı, bir mutluluk sağlıyor. Baskı dönemleri ise, illüzyon için daha elverişli ortamlar yaratmaktadır.
**
İNSAN
“İnsanın özünün* sahih bir gerçekliği yoktur.”
“Human essence has no true reality.”
…………
*K.Marx-F.Engels, Collected Works, Vol. 3, p. 175
Öte yandan “Afyon” paragrafında yer alan Marx değerlendirmelerinin İngilizce aslı Küfür Romanları’nda var.
|
**
Bugün dinin yerini tarikatlar ve magazin almaktadır. İnsanı yok etme ve aynı anlama gelmek üzere, sürüleştirme yollarıdırlar. İnsanın aklını insandan çıkarma operasyonları olarak da görebiliriz.
Şu anda tarikatlarla magazinin birleşmesine şaşırmamak durumundayız.
Peki güzel, feodalite ile tekeliyet arasında ne tür ortaklıklar görebiliyoruz; çoktur, ancak birisi, ikisinin de, insansız olmalarıdır. Peki ne demek, hem canlı yaratık olarak “insan” varsa, yokluğundan nasıl söz edebiliriz; şöyle cevap verebilirim, insan sürüleşmişse, yoktur. Bu nedenle, Şahane Altmışlı Yıllarda, insanımız, kütlesel olarak, aydın, devrimci ve sosyalist olunca, insanı sürüleştirmek bir yol olarak ortaya çıkmıştı; sürüleştirmek, işsiz bırakmak, öldürmek ve bunlarla birlikte dinselleştirmek ile mümkündü. Sosyalist İktidar’da bunu görebildik.
Sosyalist İktidar Dergisi çok kısa ömürlüdür, bir yıldan daha kısa bir yayın hayatı var. Ancak izleyen otuz yılın pek çok sorun ve tartışmasına burada değinildiğini söyleyebiliriz; bunlardan birisi, eylülist dikatoryayı haber etmektir. Bu o kadar önemli değil, eylülizm ile birlikte şimdiye kadar görülmemiş bir dinselliğin bizi beklediği de ilk önce Sosyalist İktidar’da yazıldı; “askerler gelecek, iktidarı alacak, Erbakan’ı hapse atacak, Erbakan’dan daha büyük bir dinsellik uygulayacak”, teorem, çirkin Türkçe ile, “aynen böyle” idi be “aynen öyle” olduğunu biliyoruz.
Yine güzel, peki tarih nedir, tarih bir teorik bilimdir, pratiğinde seçicilik var, iradi ve sanatsaldır ve eninde-sonunda bir büyük doğrulayıcı olduğunu söylüyoruz. Şunu ekleyebiliyorum, benim kitap yazıcılığımda, “Küfür Romanları” ile “Quo Vadimus-Nereye Gidiyoruz”, pek yan yanadırlar; “Quo Vadimus” 1985 ve “Küfür Romanları” 1988 tarihlidirler. Bunu, eylülist romancıların tarihsel mahkumiyeti saymak eğilimindeyim, bu nedenle not ediyorum.
Kitaplar mı, bazen bir paragrafları önemli ve değerlidirler; yetiyor, belki Quo Vadimus’un, adını değiştirmeliyim, yedinci bölümün başlığı, “Yirminci Yüzyılın Orta Çağı” idi ve burada Orta Çağ’a yeniden girişi haber veriyordum. Bakışım Türkiye’yedir, ama, bütün dünyadan söz ettiğim kesindir.
Şunu ekleyebiliyorum, benim bilgi ve tespitlerime göre, bu, dünyada ilk tespit ve ilk peyam’dır, ilk haberdir, demek istiyorum. Daha sonra dünyanın pek çok yerinde ileri sürüldü ve tartışıldı; benim için önemli değil, ama, ilk’tir. Yalnız, yazıcılığım açısından dolaylı bir değeri var; yazarken, daha önce söylenip söylenmediğine bakmıyorum. Ancak benden habersiz olsalar da ve daha çok böylelerine, daha sonra söylenmelerine, pek seviniyorum; dünyanın çeşitli yerlerinde “Orta Çağ” haberlerinin de benden habersiz olduğunu düşünebiliyorum, bir doğruluk işaretidir.
**
TEVFİK FİKRETTEKELİYET’E DOĞRU
Bir devr-i şeamet: yine çiğnendi yeminler;
Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bölendi.
Kanun diye, topraklara sürtüldü cebinler;
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi..
**
Bir uğursuzluk dönemi: yine çiğnendi yeminler:
Çiğnendi, yazık, milletin yüksek umudu.
Kanun diye, topraklara sürüldü alınlar;
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi..
……………………………………………………..
Yalçın Küçük, Quo Vadimus, İstanbul, 1985. s.309
Yeni dille yazımı bana ait.
|
**
Orta Çağ’da isek, feodalite bir düzendir ve feodalite ile tekeliyet arasında pek çok yakınlık kurabiliyorum. Sadece birisinden söz edebilirim, her ikisi de tabansızdır, bu “insansız” demektir ve insan yerine sürüleri var. Sürü varsa, “komplo”, politika dahil her cephede en işlek alettir. O halde komplo romancılarına tekrar gelmiş oluyoruz ve sadece geçerken not etmiş oluyorum.
Latife Tekin’e gelmeden önce, şunu da not etmeden geçemiyorum; “Orta Çağ” çalışmam ile “Küfür” arasında, “Estetik Hesaplaşma” ve “İtirafçıların İtirafları” yer alıyorlar. Bu dizide, üç yıllık bir zaman aralığına bu dört çalışmanın sıralanmasında bir tutarlılık ve tamamlayıcılık gördüğümü saklayamam; çünkü, sürüleştirmek aynı zamanlarda insandan “itirafçı” çıkarmaktır. Demek ki, eylülist diktoryada, bir kısmımızı reklamcı ve bir kısmımızı itirafçı yaptılar; aralarında bir fark görmüyorum. Reklamcı, kendini bilmez bir itirafçıdır; Huxley’in mükemmel bir şekilde yazdığı imalathanelerin mamulatıdırlar.
Biz imalat hatası olarak kalabildik.
Latife Hanım’a gelince, Küfür Romanları’nda yazdıklarım arasında tek üzüldüğüm Latife Tekin oldu; kitapta var. Bu nedenle hep Latife’nin “romancı mayası” olduğunu not ettim, okuduklarımda bir roman tadı buluyordum, ama roman bulamıyordum; bu, üzüntümüm birinci nedenidir. İkincisi, hem “Arsız Ölüm” ve hem de “Ders” romanının ideolojisinin Murat Belge’ye ait olduğunu biliyordum; animizm, insanı düşürme tekniği idi, Belge’den neşet etmedir. O sırada bir cemaat idiler; Latife Tekin’in romancı mayasını devrim, örgüt ve insan karşıtı kanallara çevirdiler. Çeviren, Murat Belge’dir.
Türk solculuğunun bir yükseliş dönemi var; “Şahane Altmışlı Yıllar” diyoruz. Bu yükselişte, Türkiye İşci Partisi’nin ilk lideri Mehmet Ali Aybar’ın rol ve yerini hiç unutamayız. Aybar, Ali Fuad Cebesoy ve Nazım Hikmet’e akrabalığı ile de bağlayabiliriz, bir cehepe ve İsmet İnönü karşıtı idi ve bunu yüksek dozlarda kullanıyordu. Solun ilk yükselişinde bu kullanım ve dozajı etkili oldu, bunu not etmek durumundayım. 27 Mayıs’tan çıkılmıştı, “küçük burjuvalar” daha da ileriye atılmak istiyorlardı ve cehepe pek yetersiz kalıyordu. Mehmet Ali Bey, bunu ve kürdiste faktörünü mükemmel bir şekilde değerlendirdi; itibarını canlandırıyorum.
Murat Belge’nin babası ise, “Menderes’in Borazanı” olmakla maruf Burhan Asaf Belge ise, Demokrat Parti ileri gelenleriyle birlikte Yassıada’ya gönderilmişti, pek çok Demokrat Partili türünden Belge ise, hem 27 Mayıs’ı ve hem de Yassıada Muhakemeleri’nin sorumluluğunu İsmet İnönü’ye yüklüyordu. Aybar’ın başında bulunduğu Türkiye İşci Partisi ise sert bir anti-İsmet Paşa çizgisi sürdürüyordu; Demokrat Partili aile çocukları Parti’ye yöneldiler. *Murat Belge, bunlar arasındadır.
Yanlış kapıları çalmak, kimliğidir.
Zamanla Parti’nin cehepe karşıtlığı şiddetini yitirdi ve sola karşı baskılar arttı; bundan sonra M. Belge’nin sol ve cumhuriyet karşıtlığı açıklık kazandı ve her gün daha da şiddetleniyordu. Kırk yıldır, Cuımhuriyet karşıtıdır ve ben de tam kırk yıldır, Murat Belge’nin karşısında duruyorum.
Şunu da ekleyebilirim, Belge, sola ve cumhuriyete karşı hiç bir komplodan geri kalmadı ve bu nedenle de her zaman, Hürriyet ve Cumhuriyet’te iş buldu. İşin, Murat Belge’yi bulduğunu söylememiz belki de daha doğrudur ve şimdi Taraf’tadır. Taraf’ta olması ise en çok beni memnun ediyor; İsrael’e, akepe’ye, Fethullah Gülen’e ve islamist kürtlere en yakın yerdedir. İçindedir, artık yerini bulmuştur ve benim menzilimin pek dışındadır. Çukurdadır.
Bitirebilirim, Latife Tekin’in akepe ve yobazlık karşıtı romanlar yazmasına hiç şaşırmıyorum. Belgeli gençlik hatalarının geride kaldığını düşünebiliyoruz; ancak yayınevi bulmakta güçlük çekeceğine ise hiç inanmıyorum. Varlar.
Aralık 2009 –Balgat